Sayfalar

27 Temmuz 2010 Salı

Gözyaşsız Ağlamalar? / Dursun BERKOK

O zamanlarda (12 Eylül’e çeyrek kala) bırakınız sokak başlarında nöbet tutmak, sokağa çıkmak bile yürek işiydi… Ama her sokağın başında ya bir ülkücü, ya da bir solcu nöbet tutarlardı.
Toplum, kendisi için birbirlerine savaş açmış solcularla, ülkücülerin kavgasında bir tarafta yer almanın mecburiyet haline geldiğini fark ediyordu. Toplumun bir kısmı ülkücülerin peşinde ve yanındaydı. Bir kısmı da solcuların!
Bir de bigâneler, eyyamcılar, bitaraflar vardı. Biz onlara ‘ecmain!’ derdik. Solcular, devrimciler, komünistler onlara ‘takunyalı’, ‘yobaz!’ derlerdi… Onlar hiçbir nöbet yerinde olmazlardı…
Hiçbir yerde, hiçbir kavganın içinde yer almazlardı. Pısırıktılar. Ürkektiler. Korkaktılar. Bulundukları yerde kim, hangi görüş güçlüyse, ona ‘biat!’ ederlerdi. Bukalemunlara taş çıkartacak seviyede bulundukları ortama uyarlardı. Bazen saydamlaşırlardı. Varlıklarıyla yoklukları arasında bir fark kalmazdı. Biatlerinin sahte olduğu anlaşılır, fark edilirse, kaçarlar, ‘ricat!’ ederlerdi. Üzerlerine gelen bela olursa, hesap görmeyi ülkücülere bırakırlar, bazen de ülkücüler aleyhine ‘rücu!’ ederlerdi.



Havadaki kavga kokusunu en önce onlar alırlardı. Tüyerlerdi. ‘toz!’ olurlardı. Buharlaşırlardı. Ortalık ‘sütliman’ olduğunda gizlendikleri yerlerden başlarını çıkartırlardı.



Doğruya doğru diyemezlerdi. “Allah doğrunun yardımcısı olsun.”, duası haklılıklarını kabul ettirmeye çalışan muhataplara cevap olarak verilen etkin ‘yuvarlaklıktı’. Hiçbir zaman hiçbir yerde köşeli olamamışlardı. Net değillerdi. Ölçüleri hileliydi, her zaman güçlünün ağır basmasını sağlamayı başarırlardı…



Onların, her ‘eksiklik!’, ‘mutilik!’ ve ‘ram olma!’ hali için bir mazeretleri vardı. Osmanlının öncü güçlerinin adını kullanırlardı ama hiçbir akında yer almazlardı.



Onlar, hiçbir zaman, namluyu hiç kimseye doğrultmadılar. Zaten namlunun gördüğü yerlerde esamileri hiç okunmadı. Oralarda hiç olmadılar.



Pusuda ihtilalin şartlarının olgunlaşmasını bekleyen cuntacılar, kardeşkanının dökülmesini ellerini ovuşturarak izliyorlardı. “Müdahaleye karar vermeden bir yıl boyunca düşündük” (Kenan Evren), diyorlardı. Yangına benzin döküyorlardı. Düşünerek bekleme sürecinde, 2812 fidan toprağa düşüyordu. Yiğitlerin anaları kan ağlıyorlardı. 12 Eylül öncesi aylık 1986 olay ortalamasına ulaşılmıştı! Cunta ihtilali başlatacak rakama ulaşıldığına kani olunca ihtilali yaptılar. 11 Eylülde ‘kan gövdeyi götürürken’, 12 Eylül sabahı terör bıçakla kesilmiş gibi durmuştu! 12 Eylül öncesi anarşi ve teröre göz yuman cunta, 12 Eylül sonrası, “12 Eylül 1980 tarihinde TSK’nın yönetime el koyması ile birlikte yurdumuzu giderek iç savaşa sürükleyen anarşi ve terörle kararlı, cesur ve amansız bir savaşım başlatılmıştır.”, diyordu. Yani Cunta, terörle, anarşiyle mücadeleyi 12 Eylül sonrası başlatıyordu!



12 Eylül cuntası geldiği günden, gittiği güne kadar millete kan kusturdu.



12 Eylül öncesi olaylara failler bulunma dönemi çok trajikomik bir hal almıştı. Evren’e göre idamlarda denklik olmalıydı, “bir solcu asılacaksa bir de sağcı (ülkücü) asılmalıydı.”, Rahmetli Pehlivanoğlu bu geri zekâlı denkleştirme sonucu, mahkemede suçsuz bulunduğu halde asılarak şehit edilmişti. Kısacası asılmak için suç işlemek, suçun işlendiği zamanda suç mahallinde bulunup bulunmamak önemli değildi. Ülkücü veya solcu olması yeterliydi. Her yerde yavşak yalancı şahitler ordusu cuntanın emirlerine amadeydi! Cuntanın engizisyon işkencelerinden geçip de; “Atatürk’ü de ben öldürmüştüm.” demeyen kalmamıştı zaten!



Onlar ise ne mahkemelerde, ne de işkence haneler haline gelen Yusufiyelerde hiç yoktular. Darağaçlarını uzaktan bile görmediler. Kayıplardaydılar.



Tavşandan korkaktılar ama tilkiden de kurnazlardı. ‘Gök ekin’ gibi biçilmiş ülkücülerden, ezilmiş, tepelenmiş devrimcilerden boşalan alanlarda boy göstermeye başladılar. Hiçlikten nevzuhur bir güruh, bomboş meydanda yer tutuyorlardı, iş bitiriyorlardı. Siyasette de!



O zor zamanlarda kendileri hiç ölü zayiatı vermedikleri için, şimdi; ülkücülerin şehitlerine ve devrimcilerin darağacındaki kayıplarına gözyaşı akıtmadan, ağlıyor(muş) gibi yapıyorlar. ‘Konuşma sanatında!’ zirvelerde olanlar, ‘rol kesme’ işinde de varlar, ‘ağlama’da 3. sınıf aktörler seviyesine ulaşabilmek için ter döküyorlar! Ama gerçekten ağladıklarına inandıramıyorlar. Başaramıyorlar. Kandıramıyorlar.



Bütün uğraşları, referandumda ‘evet’ dedirtebilmek için. Bir takım sakarinler içine zerk ettikleri adaleti de etki alanlarına alma ‘hapı’nı millete yutturabilmek, seçimlerden sonra çıkartılacakları yüce divanın kararlarında ‘temiz çıkabilmek!’ için. Yine nefisleri için çırpınıyorlar…



Ne asılarak, vurularak şehit edilen ülkücüler, ne de o kaosta hayatını kaybeden, 12 Eylül mahkemelerinin astığı solcular devrimciler, komünistler, ‘sözde’ intikamlarının, o hiçlerin kalıntılarınca alınmasını istemezlerdi. Eminim bu (ağlama) istismarı hepsinin kemiklerini sızlatıyordur. Seslerini duyurabilseler, böyle bir hesaplaşmayı anayasa referandumuna ‘evet’ için alet edenlere bin defa ‘hayır’ derlerdi.



Ülkücüler de, solcular da 12 Eylül’le kendileri hesaplaşacaklardır. Şehadetlerin, ölümlerin hesabını, meclisten anayasayı değiştirerek görme günleri uzak değildir. Şurada bir yıldan daha az bir zaman kaldı seçime! Cuntadan, kalıntılarından sorulacak hesabı, onların mağdur ve mazlumlarının takipçileri kendileri ödettirirler. En azından, işkencecilerin, idam cellâtlığının erbabı cuntacıların yaşayanlarının yüzlerine, terki dünya edenlerin de mezarlarına tükürme hakkını o şehitlerin şehit ailelerine verirler. Herhalde!



Referandumda seslendirilecek bir ‘hayır’, bin belayı defedecektir. Hayır, hayırlara vesile olacaktır.

Hiç yorum yok:

"Küstah davranışa sessiz kalanlar..."

Hayırlı Konvoy üyeleri yaptıkları açıklamayla Atatürk'e hakaret edenlere ve hakaretlere sessiz kalanlara tepki gösterdi. Mustafa Kemal ...