Sayfalar

13 Ağustos 2010 Cuma

DEMOKRASİ VE DARBE / Rıfat Serdaroğlu

Demokrasimiz geçmişte sık sık darbelerle kesintiye uğramıştır. Bu kesintilerden her seferinde doğrudan zarar görmüş biriyim. 1960 darbesinde babam rahmetli Kemal Serdaroğlu, DP İzmir Milletvekili idi. 2,5 sene milletvekilliği yaptı, önce idama  sonra ömür boyu hapse mahkûm oldu ve sonunda Türkiye’nin çeşitli cezaevlerine sürülerek 5,5 yıl hapis yattı. Bunun 8 ayı hücre cezasıydı. İstiklal Savaşımızın Galip Hocası, Atatürk’ün güvenini kazanmış arkadaşı, Cumhurbaşkanı rahmetli Celal Bayar’la birlikte sadece ikisi, rapor almadan bu 8 aylık hücre cezasını tamamladılar.
Ayrıca bu darbenin bize yüklediği ekonomik kayıp ta, çok büyük olmuştu.
12 Mart’ta Allahtan Yedeksubaylık  görevimi yerine getiriyordum, ucuz atlattım fakat           12  Eylül’de Bergama Belediye Başkanı olarak gözaltına alındım, siyasi yasaklı oldum ama yılmadım. İzmir’in yetiştirdiği büyük gazetecilerden rahmetli Akın Kıvanç’la “Ayrıntılı Yorum” adlı dergi çıkararak, 12 Eylül yönetimine karşı mücadele ettim. 12 Eylül öncesinin, o çatışma ortamında öğretmen olan kuzenim Özcan Doyuk Adana’da lojmanda öldürüldü. Biri rahmetli olan iki kardeşim, 14’er ay askeri cezaevinde boş yere yattılar ve sonunda tabii ki beraat ettiler.
Siyasi yasakların kalkmasından sonra 1991 yılında İzmir milletvekili seçildim, bütün siyasi hayatım boyunca demokrasi ve lâik Türkiye Cumhuriyetini savundum. Bugün de aynı çizgideyim ve 12 Eylül 2010 da yapılacak referandumda “Hayır” oyu çıkması için elimden gelen mücadeleyi veriyorum.
Bu acı yaşanmışlıkları anlatıp canınızı sıkmak, hiçbir zaman isteyeceğim bir şey değil.
Ama bu demokrasi mücadelesinde beni düşündüren en büyük sorun, halkımızın demokrasi kültürü.
Demokrasinin tepki vermek, katılımcı olmak, susmamak olduğunu ne kadar özümsedik; İnsanca çağdaş bir şekilde yaşamak için mücadele verecek kadar cesur muyuz? Evet cesur muyuz? 
Geçmişe dönüp baktığımda maalesef bu cesaretten eser göremiyorum.
Bu ülkede 1940- 1950 arasında gerçek bir tek parti faşizmi yaşanmış. Ama bu baskı rejimine  aydınlar dahil kimse karşı koymamış.
Daha sonra 1950-1960  arası Demokrat Parti iktidarı. DP’nin aldığı en düşük oy, %49’lar civarında, hem o zaman bilgisayar sahteciliği de yok!.. Ve 27 Mayıs 1960 darbesi. Seçilmişler Yassıada’da. Tek dava konusu olması gereken “TBMM Tahkikat Komisyonu” iken iş, aynen şimdiki davalarda olduğu gibi, sulandırılmış; Bebek-köpek davaları ile DP aşağılanmaya çalışılmış, sonuç üç idam, intiharlar, cezaevleri, erken ölümler, kararan hayatlar. Peki, DP’ye % 50 oy veren insanlardan herhangi bir tepki bir tavır, bir surat ekşitme var mı? Ne gezer?  Acaba on binlerce insan sadece yürüse idi, bu idamlar olabilir miydi?
Sonra gelelim 12 Mart’a. Daha 12 Mart süreci yaşanırken Ziver Bey Köşkü denen işkence yuvasını bilmeyen mi vardı?  Acaba on binlerce kişi sadece yürüse idi, Ziver Bey Köşkü kalır mıydı? Ya üç fidanın idamındaki, insanın kanın donduran sessizlik!...
Geldik 12 Eylül’e. 12 Eylül’de de hapishanelerdeki işkenceler, vatandaşa yapılan baskılar saklı gizli değildi. Herkes her şeyi biliyordu. Bizim gibiler işkence çekerken, insanlarımız ne yapıyordu? 50’ye yakın idam gerçekleşti, kimseden ses çıktı mı?
O tarihte DİSK’e kayıtlı 600 bin üye vardı ve bu sendikanın seçilmiş yöneticileri idam talebiyle yargılanıyordu. Bu üyelerden 10 bini sadece yürüseydi, bu kişiler işkence görürler miydi? Kimsenin sesi çıkmadı, üstelik darbe yönetiminin hazırladığı anayasa’ya % 92 oy veridi.
Dört yıl sonra siyasi yasakların kalkması, Gavur İzmir’in oyları olmasaydı gerçekleşmeyecekti.
 
12 Eylül’ün ülkeye yaptığı en büyük kötülük, dini cemaatlere ve tarikatlara verdikleri destek ve gösterdiği hoşgörüdür. İkinci defa belirtiyorum,  bu günün gençleri, araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu’nun “Rabıta”  isimli kitabını lütfen okusunlar.
Ve işte 12 Eylül’ün açtığı yol Türkiye’yi bu günlere getirdi. Üç yıl önce halkımızda bir demokrasi kıpırtısı görüldü. Cumhuriyet mitingleri gibi. Ama bu kez sivil darbeciler hemen karşı bir atak yapıp, Ergenekon diye bir garabet başlattılar. Ulusalcıları ve Cumhuriyetçileri tutukladılar. Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Tuncay Özkan, Ergun Poyraz ve diğerleri yıllardır ne ile suçlandıklarını bile bilmeden hapislerde çürüyorlar. Onları unuttuk bile.
On binlerce insan yollara düşsek ve bu haksız tutuklamaları protesto etsek ne olur ?             On binlerce kişiyi Silivri’ye mi koyacaklar?
Ergenekon’u, balyoz’u, çekiç’i, davul’u, zurna’yı bir yana bırakalım. Bu gün hapishaneler tıklım, tıklım dolu. Hapiste yatanların % 50 sinden fazlası tutuklu. Bu demokratik bir ülkede olabilecek bir rezalet mi? Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde böyle bir olay yaşansa, o Başbakan ve Adalet Bakanı sokağa çıkamazlar, istifalarını kurye ile gönderirler.
Şimdi, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük “Sivil Darbecileri” , “Tarikat-cemaat demokratları” ve “İslam Cumhuriyeti Yolcuları  kalkmışlar bize 12 Eylül’ün hesabını soracağız, diye masal anlatıyorlar.
Türk Milleti olarak, geçmişte  yaptığımız gibi sessiz kalıp, seyirci gibi uzaktan mı bakacağız? Yalnız bu defa hedef bazı siyasetçiler ve iktidarı ele geçirme hırsı ile sınırlı değil. Bu defa hedef hür yaşamaya alışmış Türk Milletinin kendisi ve Atatürk’ün kurduğu Lâik Cumhuriyettir. Hepimizin yaşam tarzımızdır, çalınmak istenen.
Şimdi en önemli kararın verilmesi zamanıdır; Ya, 12 Eylül’de sandığa gidip “Hayır” oyu vereceğiz ve bu dıştan kurmalı, Barzani destekli takkeli liboşların oyunlarını kafalarına geçireceğiz, ya da tıpış tıpış, İslam Cumhuriyetine doğru gideceğiz!...
Önümüzde bir aylık bir zaman var. Bu yük Siyasi Partilerin üstüne bırakılmayacak kadar önemlidir. 30 günlük sürede her birimiz, her gün yalnızca bir kişiyi “Hayır” oyu vermeye ikna edersek bu mücadeleden başarıyla çıkarız.
 13 Eylül günü de elimizde çiçeklerle Atamızı ziyaret edip, onun huzurunda hep birlikte,
“Ne Mutlu Türküm Diyene” diye tüm gücümüzle haykırırız.
 
Bu arada, milletin kafasını karıştırmak isteyen, Tayyip Bey’in ajanlarına karşı uyanık olmalıyız.
Tansu Çiller, Ahmet Özal, Aydın Menderes, Yalçın Topçu, Eşref Erdem, Fethullah Gülen, Barzani, Kürtçüler-Bölücüler, tarikat-cemaat artıkları, Deniz Fenerciler, Ümmetçiler hepsi Tayyip Bey’in borusunu çalıyorlar. Hepsi ile hesaplaşmak boynumuzun borcu olsun.
Karar sizin, bunun bir başka seferi yok. Unutmamalıyız ki, kendini ve geleceğini düşünmeyeni başkası hiç düşünmez.  Lütfen bu yazıyı herkese gönderelim.
Not: Oğlumu, Peygamber ocağı  şanlı Ordumuzda   kısa dönem askerlik görevini yapması için Doğu Anadolu’muzun güzel bir yöresine teslim etmeye gideceğimden yazılarımda aksama olursa şimdiden özür dilerim.
Sağlık ve başarı dileklerimle hayırlı Ramazanlar dilerim.  11.Ağustos.2010
RİFAT  SERDAROĞLUrifatserdaroglu@gmail.com
0 532 211 00 11

Hiç yorum yok:

"Küstah davranışa sessiz kalanlar..."

Hayırlı Konvoy üyeleri yaptıkları açıklamayla Atatürk'e hakaret edenlere ve hakaretlere sessiz kalanlara tepki gösterdi. Mustafa Kemal ...